Katkıda bulunanlar

24 Aralık 2007 Pazartesi

ANNE, TUT ELİMİ !

Ben konuşsaydım, size konuşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatırdım. Ben konuşmayı hep bir şeylere benzetirim. Konuşmak pazar sabahı altı buçukta uyandıktan sonra, o günü pazartesi sandığımız için kalkıp okula gitmeye hazırlanırken, tatil olduğunu farkedip tekrar uyumaya benzer. Konuşmak, yolda giderken bir köpeğin sizi çok sevip peşine takılmasına benzer.

Konuşmak çayınız çok sıcak diye annenizin biraz döküp üstüne soğuk su eklemesine benzer. Konuşmak, çok sevdiğiniz bir şeyi, tokanızı yada terliğinizi yada kalem kutunuzu bir türlü bulamadıktan sonra, onu kaybettiğinizi düşünmeye başladığınız sırada, koltuğun altında görmeye benzer. Konuşmak bir bebeğin eliyle parmağınızı tutmasına benzer. Konuşmak çilek reçeline benzer. Ben konuşsaydım ağızımdan çıkan herşeye dikkat ederdim. Çünkü konuşmanın ne kadar değerli olduğunu bilirdim. Ben konuşsaydım, kendimi anlatmaya çalışırdım. Beni anlamanızı isterdim. Ama bu imkansız, değil mi?
Ben konuşsaydım, susardım...

Uygar Şirin
Anne, Tut Elimi !
Şubat 2004

18 Aralık 2007 Salı

17 Aralık 2007 Pazartesi

ARUN ALEYKUM

İslam Tahrir Şibli'ye...


Televizyon ekranında bir kız haykırıyor...
İncecik bedeninden, insanın yüzüne tokat gibi çarpan kelimelerle dolu o sesin nasıl çıkabildiğini düşünüyorum...
Bizim sesimiz artık çıkmadığından, sesimizi artık yitirdiğimizden ve en erkek geçinenlerin seslerinin bile zulümler karşısında tiz perdeden bir ıslığa dönüştüğünden olsa gerek, yüzünde bir çocuğun ve bir yaşlı kadının çizgilerinin harmanını taşıyan bu genç kızın sesi, bizim seslerimizin yanında, bir aslan kükremesine benziyor...
Televizyon ekranından bir kız haykırıyor...
"Arun aleyküm!" diyor... "Utanın!"

Utanılacak bir çağın kendinden utanmayan, sağır, kör ve dilsiz şahitlerisiniz...
Özgürlüklerini, haklarını ,inancını , erdemini, onurunu ve hatta elindeki ekmeğini bile yitirmeye önce cesaretini, önce merhametini yitirmekle başlamış birer yalancı tanık olmak içinizi acıtmıyor artık...
Tırnaklarla, alın teriyle, emekle ve çileyle kazanılan her şeyi, modern zamanlar arenasının ortasında leş kovalayan sırtlanların ve çakalların önüne atıp, oturduğu locasından, arenanın ortasındaki sırtlanlardan daha sırtlan bir bakışla ve gülüşle sizi seyredenlerin eğlencesi olmak, kanınızı dondurmuyor artık...
Televizyon kanallarının sabah programlarında göbek atıp, akşamları haber bültenlerinde, soğuk evlerdeki solgun yüzlerin dramlarında gözyaşı dökmek, sizi hiç utandırmıyor artık...
Ve sabahları topluca göbek atıp, sanatçıların yatak odalarında yatıp kalkıp, akşamları reyting adına sulandırılmış gerçek hayat dramlarında ağladığınız televizyon ekranında, yüzünün çizgilerinde bir çocuğun kırılganlığını ve bir yaşlı kadının acılarının harmanını taşıyan bir küçük kızın görüntüsü çıkıyor karşınıza apansız...
Gözlerinizin içine bakarak haykırıyor...
"Arun aleyküm!" diyor... "Utanın!"

Sırça saraylarında konfor ve ihanet içinde yaşayanların, sizden daha korkak olduğunu, korkuları olanların, korkularını dindirebilmek için başkalarını daha çok korkutmak zorunda oldukları gerçeğini, anlamak dahi istemiyorsunuz...

Ne kadarda sığmış düşleriniz...
O kadar korkutulmuş ve sindirilmişsiniz ki, düşlerinizi düştüğü yerden yeniden ayağa kaldırmak için, parmağınızı bile kıpırdatacak gücünüz ve cesaretiniz yok...

Ne kadarda sığmış düşleriniz...
Sizin için bu kadar kolaymış insanoğlunun erdemli gelecek zaman düşlerini, umutla büyüttüğü Kaf dağı masallarını, bir korku ve vazgeçiş trajedyasına dönüştürüp, o ünlü hamlet repliğini tersyüz ederek, elinize dili kesilmiş ve gözleri dağlanmış kendi kafa tasınızı alıp, "olmamak! İşte asıl bütün gerçek bu!" diyerek, size biçilen rolü hayatlarınızda oynamak...

Siz merhametinizi ve cesaretinizi yitirmeye devam edeceksiniz ve ben, Çan-Kay-Şek orduları yakaladıkları tüm solcu gençleri, lokomotif kazanlarındaki alevlerin arasına diri diri atarak yakarken, az sonra alevlerin içine atılacak iki gençten birinin, cebinden bir tek siyanür hapı çıkarıp, bu hapı, yanındaki korkudan bembeyaz olmuş arkadaşına uzatıp, "bir tane kalmış, sen ateşe dayanamazsın, bunu sen yut." demesini anımsayacağım...
Sizin her an gördüğüm korku rengi yüzleriniz giderek silinirken gözlerimden, yüzünü hiç görmediğim o genç adamın merhamet ve cesaret dolu yüzünü arayacağım, düşleri içi hapishanelerde, yoksulluklarda ve yoksunluklarda çürütülen insanların yüzlerinde...

Siz merhameti, cesareti ve aşkı yitirmeye devam edeceksiniz ve ben, o Romalı kadının öyküsünü anımsayacağım her defasında...
Romalı komutan, imparatora isyan ettiği için ölümle cezalandırılır...
Roma geleneklerine göre,arenada yüzlerce insanın gözleri önünde, kendi yaşamına kendi elleriyle son verecektir...
Komutan, o son anda bıçağı kendi vücuduna saplayamaz. Korku, gelir ve yerleşir yüz çizgilerine...
Arenada toplanmış yüzlerce insanın bakışları arasında, bir kadın arenanın ortasına doğru yürür. Komutanın korku ve şaşkınlık dolu gözlerine bakar, onun elindeki bıçağı alır, kendi karnına saplayıp çıkarır ve tekrar komutana uzatır...
"Non dole" der... "Bak, acımıyor."
Kocasının yüzlerce insanın önünde korkmasına, aciz duruma düşmesine dayanamayan, komutanın cesur karısıdır o kadın...
Ahmet Altan bu cesur kadının öyküsünü yazacak ve ben bu öyküyü her anımsadığımda, o cesur kadına daha büyük bir aşk duyacağım...
Onun yüzünü hiç görmemiş olsam da, " Non dole" deyişi gelecek gözlerimin önüne...
Yani, "bak, acımıyor."

Oysa sizin canınız acıyor...
Siz ateşe, soğuğa , çileye, gözyaşına, bıçağa ve kana dokunmak istemiyorsunuz...
Korkunun elinde parıldayan o bıçağı alıp, kendi etinize saplamak bir yana, o bıçağa dokunamıyorsunuz bile.
Çeliğin ateş kokan soğuğu içinizi üşütüyor...
İçinizde kor yangınlar yerine, buz kokulu ayazlar var artık...
"Non dole" diyebilecek cesaretiniz yok... Çünkü, sizin canınız acıyor...
Siz, korkuların bile bir gün korkacağını çoktan unuttunuz.

Yüzyılların tozlu tarih sayfasında, Romalı bir kadın kulaklarınıza "Non dole" diye fısıldıyor...
Modern zamanların pırıltılı televizyon ekranlarındaysa Filistinli bir kız haykırıyor.
"Arun aleyküm!"diyor. "Utanın!"

Duyuyor musunuz?...


Ahmet Savaş Özpınar